28 Ağustos 2010 Cumartesi

Engellenme-Saldırganlık Kuramı


Yapmak istediklerimiz, yapabileceklerimiz ve yaptıklarımız...Bu zihinsel karmaşa sırasında yaşanılan bilişsel çelişkiler...Bakış açılarında saklı değişmeyen otomatik düşünceler, varolan koşullar ve beklenmeyen sonuçlar. Engellenmişlik nedeniyle harcanılan enerjinin yerini alan olumsuz düşünceler insanı saldırgan davranışlara itebiliyor.
Olay bir: Üniversiteyi birincilikle bitirmiş bir tıp öğrencisi doktorasını yapmak için mülakata giriyor; fakat eleniyor.
Sonuç: Vakit kaybetmemek için bir hastanede işe başlayan doktor başaramamasının sorumluluğunu kendisinden hastalara yansıtarak hastalarına kötü davranıyor. bu davranış atık otomatikleştiği için farklı seçenekleri göremiyor.
olay iki: Kaynanasıyla birlikte yaşayan bir ev hanımı. Gitmek istediği yere kaynanasının sürekli iş çıkarması üzerine gidemiyor ve bu durum son beş yıldır bu şekilde devam ediyor.
Sonuç: Anlaşılmak isteyen kadın kendini ev işleriyle oyalamaya çalışır. Kaynanasıyla olan iletişimsizliğini kocasına da geneller ve kocasıyla olan cinsel ilişkileri sürekli olarak başarısızlıkla sonuçlanır.
Olay üç: Günde on saat çalışan işçi terfi etmesi umuduyla verilen ağır işleri layığıyla yapar . Buna rağmen bir taktir alamaz ve müdürün yeğeni terfi edilir, üstüne üstlük yaptığı ufak bir hata yüzünden o günkü maaşı kesilir.
Sonuç: Başarısını ortaya koyamayan işçi yaşadığı olay üzerine işini kaybetme korkusuyla kendisini müdüre ifade edemez ve agresyonunu yön değiştirerek eşine yansıtır.
Olay dört: Tüm başarılarına rağmen ailesinden sürekli eleştiri alan bir kız ÖSS sınavlarına çalışırken hayatını bir kenara koyar ve yaptığı hırs ve azimle sınava odaklanır; fakat üniversiteyi kazanamaz.
Sonuç: Ailesinin davranışları sebebiyle kendine güveni olmayan kız bu sefer onlardan uzaklaşmak için kendini tamamen derslere verirken stresle baş edemeyen bünyesi kurguladığı dünyayla gerçek dünya birleştirmeye başlar ve duyduğu sesler artık ona yön verir. Şizofreni tanısıyla hastaneye yatırılır.
Olay beş: Askeri ücretle çalışan bir baba. Çocuğunun büyüdükçe artan ihtiyaçlarını karşılayamamaya başlar.
Sonuç: Çocuğumun isteklerini alamıyorum,ben bir işe yaramam gibi kendini değersizleştiren düşüncelerle baş edemez ve agresyonunu kendine yönelterek intihar eder.

Bir anda birden fazla işle uğraşmak isteyen nevrotik insan



Okul hayatına başladıktan sonra alışırsınız belli bir tempoya... Öğrenmeniz gereken devamlı olarak bir bilgi deposu olduğu için dikkatli bir dinleme, sabırlı bir araştırma gücü ve ayrıca bu sırada bunları birleştirmek için jimnastik yapan bir beyin gerekir. Nörotransmitterlerin sağlığı için yenilmesi gereken vitaminleri, proteinleri, karbonhidratları elde edip yutak borusundan yer çekiminin merkezine doğru yollamak, strese karşı savunma mekanizması geliştirmek ve bunların yanında varolan nefes alışları eğlenceli hale getirmek için ise farklı alanlara uzanmak bu sırada da gevşeme egzersizleri yapmak gerekir. İşte böyle düşüncelerden bir gün yapılacakların listesini hazırlamış fakat sıralamada kararsız kalmıştım. Konfüzyona uğramış beynim kararsızlıkla baş edemeyince yeni yetme gün enerjiyi boşa kullanmaktan dolayı heba oldu. Bizim bakkala ne zaman bir şey soracak olsam o şey yoksa 'yarın gelecek' demesinden etkilenmiş olmalıyım ki gönül rahatlığıyla yarın başlarım dedim; fakat her TC vatandaşı gibi yarınlar hiç bitmiyor. Genede gün bomboş geçmiyor. ehü

26 Ağustos 2010 Perşembe

Buhar Gücüyle Çalışan Gözlük!



İşten gelmiş gözlüğümü masanın üstüne, kendimi de kanepeye atmıştım. Beş dakika geçti geçmedi tam gözlerim kapanıyordu ki gözlüğümün camının yavaş yavaş buharlaştığını gördüm. Gözlerimi kısıp olayın gerçek olup olmadığını kontrol ettiğimde kendimi 13.yüzyıl Venedik'inde buldum. O zamanlar İtalya'nın cam rezervlerine sahip olan Venedik için şal şallı yıllardı. San Geremia Kilisesi, Fondaco dei Turchi Sarayı inşa edilmiş, yüzyılın yapısı olan Palazzo Loredan yapılmış, deniz ticaretinde üstün bir güç haline gelmiş olan bir su üstü kentiydi. Kendimi ise bu tarihin içine gömülmüş bir evde tanımadığım bir adamın yanında buldum. Sonradan adını öğrendiğim bu adamın adı Salvino Armatoydu ve cam imalatçısı olmasının yanında optik bir fizikçiydi. Yuvarladığı camın şeklinden dolayı bugünkü bildiğim gözlükün adı !cam mercekler' idi. Fakat kulağa takmalık yerini henüz icat edemedikleri için o dönemde kelebek tipi çerçeveleri burunlarının üzerine sürekli itiyorlardı. Gerçek camdan ve fildişi çerçevelerinden yapılmış bu cam mercekler oldukça ağırdı. Her ne kadar sayın mucite gözlük sapı fikrini anlatmaya çalışsamda dil farklılığından olacak beni ateşle evden atmaya çalıştı. Başardı da.Tabi evinde istenmediğim bir adamın yanında ne kadar durulabilinirse o kadar durmuştum saten. Ama şimdi nereye gidecektim diye düşünmeye başlamıştım ki gözlerim bulanık görmeye başım dönmeye başlamıştı. Etrafım netleştiğinde ise 1730'un Londrasındaydım ve Edward Scarlett tarafından yapılan sabit gözlük sapına tanık oluyordum. Gözlüğün varoluşu böylece tamamlanmış olmuş benim de gözlerim bu sahne karşısında buram buram yaşla dolmuştu. Tabi peçete de yok o zamanlar adamcağızın perdesinin kenarına silmiştim. Bay Scarlett'in evden atma hikayesi de bu şekilde gerçekleşti. İnsan hayatında bir kere 18.yüzyıl Londrasına ayak basar gelmişken gezeyim düşüncesiyle etrafı geziyordum ki bir fırından çıkan ekmek kokusuyla aç olduğumu anladım. Kaç saattir yemek yemiyordum. ne güzel ki insanoğlu her dönemde bir ekmek ihtiyacı hissetmiş ve hangi yüzyılda olursanız olun bir ekmek kokusu duymanız mevcut. Enflasyon nedeniyle gramajı değişse bile. İçeri adım attım ve fırıncıyla göz göze gelmiştim ki fırından çıkan ekmeğin buharı ortalığı sardı ve kendimi ekmek kokularının yerini kaplamış olan rutubet kokulrı kaplı bir yerde buldum. Gördüğüm şey bir buhar makinesi olmalı ve dolayısıyla yanımdaki adam da James Watt. İngiltere'de 17.yüzyılda odunun yerini kömür almasıyla Sanayi Devrimine gidilen yol açılmış oluyor. Madenciler yerin altına girdikçe su sorunuyla karşılaşmaları üzerine Buhar Makinesi talep ederler. Ve şuan o icadın yapılış aşamasına seyirci oluyoruz. İlk denemede ortalığı kaplayan buhardan etrafı göremiyorum ve odanın sıcaklığı gitgide artıyor. Taa ki ben güneşin odaya sızmasıyla terlemiş bir şekilde uyanana kadar.
Diğer eşyaların serüvenlerine de ortak olayım diye onları da buharlaştırmaya çalışıp gözlerimi kapatsam da kendi yarattığım kurguyu kafamda canlandırmaktan daha öteye gidemiyorum. Kendi hayatımın serüvenine şahit oluyorum en azından diyerek kendimi rahatlıyorum ve rutin hayatıma devam ediyorum. Bir sonraki gün masadaki sürahinin buharlaşmasıyla gülümseyerek kapatıyorum gözlerimi. Yüzyılların keyfini çıkarıyorum.

17 Ağustos 2010 Salı

Vahşi Orman Sinemalarda...


Hayal dünyasıyla kapılarımız birbirimize sonuna kadar açık olduğundan gel-gitliğimiz çoktur.Çoğu yerdeki hayal dünyasını bilirim, bazı paralel evreninkiler de dahil...Öyle bir şey var ki bu dünyaya açılan kapıların ne zaman açık olacağını siz belirliyorsunuz. O kadar mütevazi. Yolda yürürken ağaçlarla kaplı normal bir yol size amazon ormanları kadar egzantrik gelebilyorsa bunun nedeni hayal dünyasının cazibesidir. Yola girdiğiniz anda her adımınız dinazorların varolduğu dünyaya yaklaşıyormuşcasına ses efektleriyle beslenmiş olabilir. Bastığınız yerdeki taşlar canlanıp ayağınızın adım atmasını teşvik edici bücürler olabilir ki bu sizi daha çabuk korku filminin içine atar. karga sesleri sizin geldiğinizi haber veren sinyallerdir. Aslında kendi aralarında bir birlik oluşturarak size saldırmayı planlıyorlardır. 'Sss' sesini çıkaran yılan birazdan aniden ortaya çıkacak, vücuduyla bacağınızı çepeçevre saracak ve 'eve hiç et götürmüyom bu sıralar be abi' cinsinden bir bakış fırlatacaktır. Üzülüp kendinizi feda etmeniz an meselesi. Karıncalar dünyasında ise büyük konsey toplanmış ağustos böcekleriyle birlikte kışın yemek için sizi paylaşmak üzereler. Arılar ise ana kraliçenin duygusallığından ötürü size karşı hoşgörülü. Geçmenize göz yumuyorlar fakat bir daha ki gelişinizde aynı hoşgörüyü bulmanız muamma! böcek familyası patlamış mısırlarını almış, kocaman bir dürbünle olacakları izlemek için sıraya girmişler. Tam korku filmi tadında bir sahne olacağa benziyor. Ne yazık ki kötü adam rolünde oımak pek iç açıcı değil. Solucanlar geri kalmamak için kendilerini ittirme hızlarını arttırmış ağustosun bu sıcağında baya bir effor harcayarak bahaneyle vücutlarını sıkılaştırıyorlar. Adımlar atılırken rüzgarın bethooven'in beşinci senfonisini mırıldanmasıyla yapraklar kendilerinden geçmiş.Filizlenen ağaçlar ise gelişimlerini normal üstü bir zekayla tamamlıyorlar. Yol yarılanmasına rağmen film beklenen kötü sonla bitmiyor. Aniden ortaya çıkan sivrisinekler yer tespiti yaparak gerekli bilgiyi merkeze iletiyorlar. İplerle bağlanarak ortalığı tozu dumana katan bir yere düşürme operasyonu an meselesi. korku düzeyinin doruk noktasına geldiğinizde yolun sonu geliyor ve vardığınız yerin dinozorlar ülkesine değil de bir okula çıktığını gördüğünüzde yerinize gelen bilincinizle hayal dünyasının kapıları kapanıyor fakat sizin aklınız hala orada. Ormandaki canlıların birbirleriyle haberleştiği, size karşı planlanan bu suikastın tekrar denenebileceği, sizi korkutmak için böyle bir girişimde bulunulduğu fakat buna karşı güçlü olduğunuz gibi paranoid düşünceler aklınızdan bir süre gitmiyor. Hatta bu kurgunun kokusu çıktıktan sonra kurulan diğer kurgularda da paranoid düşünceler devam ediyor. herşey size karşı işliyor fakat siz milyonlarca insanın yaptığı gibi dünyada ufacık bir nokta haline gelinceye kadar günü tamamlıyorsunuz.

13 Ağustos 2010 Cuma

Yağmur Adam sosyopatolojisi



Farklı olan insanlara yapıştırılan etiketler beraberinde değişmez kalıp yargıları da getirir. topluma aykırı davranışlarda bulunan, normal davranmayan bireyler toplum tarafından hep bir kenara itilmiştir. orta çağda bu süreç cadı avlarıyla veya şeytan çıkarma etkinlikleriyle yapılırken 18.yüzyıldan itibaren ne kadar insancıl olsa bile farklı olan bireyleri duvar arkasına atarak insanlardan ve hayattan uzaklaşmalarına sebep olmuştur.günümüzde ise ne kadar oryantasyon sağlamak adına toplumla iç içe olmaları ve hayatlarına kendi ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar adapte olmaları sağlanmaları çalışılsa bile toplumun bakışları ilerleyen tıp kadar gelişememiştir. bu nedenle farklı bakışlar altında yaşayan farklı bireyler yapabilirliklerini ispatlamaya çalışsalar bile hep bir engelle karşılaşacak,bu da onları daha agresifleştirerek toplumun frankestain'i haline getirecektir.
Peki ya normal ve anormal kavramları arasındaki fark nedir de farklı olan bireyleri kendimizden uzaklaştırmamıza sebep oluyor. teknolojinin hızla ilerlemesi ve nüfusun artması, değişen toplum yapısı,varolan rejim yapısı,kültürün yozlaşması gibi faktörler insanların birbirlerini dinlemeyen, empati kuramayan,başkalarının düşüncelerine saygı duymauan,egoist, kendi iç dünyalarına dönük, hiçbir şeye tahammülü olmayan, kendi çıkarlarına düşkün birer birey olmalarına sebep olmuştur. zaten insanların çıkarlarını korumaya yönelik davranışları başlı başına güvensizlik psikolojisinin sebebidir. paranoid davranışların artması ise 21.yüzyılda normal sayılabilecek bir durumdur.
Dvdyi taktık ve fragmanlar gösterildikten sonra başlıyor film. ekranda sinirli, üç kağıtçı,kendi işi için diğerlerini koşturan bir tipleme olan Charlie'görünür. Charlie içinde bulunduğu işi rayına oturtamaz ise borç batağında batacaktır. kız arkadaşıyla birlikte yolda giderken kendi işini kendi gören bir adam olduğu için kız arkadaşıyla bir şey paylaşmaz ayrıca herşeyin kendi kontrolünde olmasını ister. fakat bir yandan içinde varolan duygusallığa ve birine bağlanma ihtiyacına filmin ilerleyen karelerinde daha iyi tanık olabileceksiniz.Charlie günümüz insanının bir maketidir aslında.nerde kalmıştık? hee! yolda giderlerken yıllarca konuşmadığı babasının öldüğü haberini duyar ve kalan mirası almak için yolunu değiştrir.kız arkadaşı ise Charlie'nin duygusal ve iyimser tarafıdır. mirastan sadece babasının ona kullandırmadığı araba kalmıştır ve mirasın büyük bölümünün özürlülere ait bir kliniğe verdiğini duyunca kendine ait kısmı almadan bu işi bırakmaz.kliniğe gittiğinde ise rastlantı sonucu bir abisinin(Raymond) olduğunu öğrenmesi sonucu kendi bencilliğini yansıtma savunma mekanizmasını kullanarak abisinin olduğunu söylemeyen babasına atar. Charlie bencilliğinin esiri olarak otistik olan abisini mirasın yarısını alma düşüncesiyle kaçırır.Normal olan Charlie ile anormal olan Raymond'u karşılaştırdığımızda günümüzdeki normal insanların anormallerden pek farklı davranmadığına şahit oluyoruz. Örneğin; Raymond otistik olmasından dolayı konuşmaya odaklanamazken Charlie kendi bildiklerinin doğruluğuna inandığı için dinlememektedir. normal insanlara bile katlanamayan Charlie için Raymond'un normal olmayan davranışları,takıntıları,istekleri ve alışkanlıkları bir işkence mekanizması gibidir. Bir yandan abisinin günlük ritüelini bozmaması için elinden geleni yapan bir yandan da abisini tanımaya başlayan Charlie ona karşı duygusal bir bağlanma içine girer. bu noktada abisini ele alarak bir kimlik sorgulamasına başlar. bu sorgulama o farketmeksizin abisiyle birlikte oldukları yol boyunca devam eder. Bu sırada da abisinin hafızalama ve cebire olan insanüstü yeteneğini keşfedince kendi borçlarını ödemesi için kumarhanede onun yeteneklerinden faydalanmaya çalışır. ona yakınlaşması para düşüncesinden uzaklaşmasına sebep olur.kimliğine yabancı kalmış Charlie geçmişiyle yüzleştikten sonra kim olduğu sorusunu çözümleyince kendine olan güveni yerine gelir ve dünya artık onun için güvensiz bir yer değildir.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

woddy Allen'a itafen...


kamera arkasında saksafon çalan bir yaratıcı varsa ki muhtemelen absürd nitelikte bir hayat kurguluyodur işte o kişi sınır tanımayan bir sınırda kişilik ironisidir. gözlüklerinden fışkıran zeka, muhallebi kıvamına gelmiş olacak ki keyifle okunacak bir kitap veya ağzı açık izlenecek bir film haline gelmiştir. somut kavramları öyle bir ipe dizmiştir ki hayal gücünüzün kara deliklerini keşfedersiniz. beyin fırtınası yapmadığımız için hafif mental retardasyon geçiren halkımız için dikkat toplayıcı olarak nitelendirilen sigara yerine Allen'in dünyasında kaybolmalarını öneriyorum. orada baldan ve pekmezden ırmaklar olmasa bile sigara dumanlarıyla kaplı bir çikolata evine şahit olabilirsiniz. hem türk kavesi de bizden.

Burası Ayşosfer,Fark Burada...!


hastaneye gitmem gerektiğini anladığımda servis otobüsünü kaçırmış bulunmaktaydım. Artık yapacak bir şey yok diyerek on beş dakikada bir gelen otobüslerden diğerini beklemek üzere uykusuz dergisindeki karikatürlerle takılmaya karar verdim. kendi aramızda espiri yapıp baya bir eğleniyorduk ki beni dahil beş kişiyi içine alacak yeri olmayan otobüse sığmaya kalkıştık.bu durum afektif duygulanımı bambaşka sahillere taşıyarak deminki Madagaskar adasından amazon ormanlarına götürdü beni.neyse ki fazla nem yok.on dakika boyunca bu atmosferde yaşamak sabrını gösterdikten sonra kendimi ödüllendirmek için gölgede yürümeye karar verdim. hastane kapısına yaklaştığımda bilinmez bir dünyanın kapısından bir simyacı çıkıp 'burada ne arıyorsun kuzum allah aşkına' diyerek beni kendime getirdi. felsefe yolda yürümekti ben ise yolda yürüyordum daha büyük bir nimet var mıydı dünyada o an için. bu aklımı karıştıran kaybolmadan onun peşine takılmam gerekiyordu ama bir şeyler beni engelliyordu. arkama dönüp baktığımda normlarla karşılaştım.beni yapmak istediğim şeyi yapmamam konusunda uyarıyorlardı.düşünmem gereken şeyleri ve Gregor Samsa misali bir hamamböceği olduğumu hatırlatıyor yapmakta olduğum girişimimin Guiness rekorlar kitabına girecek dahi bile olsa bu riske değmeyeceğini fısıldıyorlardı. insanoğullarından olan ben bu çelişkilerden kurtulmak pahasına kendimi hastanenin içine attım ve anladım ki güneş beynime geçmiş. kafamın kızgınığında bir ekmek kızartıp üstüne yereyağ sürdüm öyle lezzetli bir koku yayıldı ki doktor bekleyen hastalar kapı önlerinde değil kafamın dibinde sıra beklemeye koyuldular. tüm dikkatleri üzerime çektiğimi anlayan medya dünyanın neresinden olursa olsun akın akın gelmeye başladı. Küba'da tereyağı bilmeyen arkadaşlara babanemin yaptığı özel imalatımızdan bir kavanoz terayağ yolladık bununla da kalmadık hastanenin kokusunu değiştiren ilk insan olarak Guiness Rekorlar kitabına girdim. bu vesileyle de geç kalmışlığımızın üzerine güzel bir kılıf örtmüş olduk. her neyse gene monoton hayatımıza geri döndüğümüzde anlık heyecanların artık beni tatmin etmediğini farkederekten kendimi devlet işine adamaya karar verdim.(yazar bununla yapmakla yükümlü olduğu stajı kastediyor.) örgü malzemelerimi geç kalmadan ötürü evde unuttuğumdan giriştiğim hiç bir işte mutabık olamadım.geçirdiğim saatler sorgu meleklerinin ölüm anı geldiğinde yerine getireceği görevini devralmış gibi üstüme üstüme geliyordu.ne yapacağımı bilemedim.jerry'nin bir peynir uğruna yaptığı girişimlere özenerekten kendimi açık olan en yakın pencereye attım.tam nefes alıyordum ki aldığım nefesin oksijenden çok nemli karbondioksit olduğunu farkettim.geriye dönüp baktığımda hastanedeki insanların artık tereyağ sırasında olmadığını ve üzerlerinden nasıl ki bir yaz günü soğuk su kayaya çarptığında buhar çıkarır aynı o vaziyette buharlar çıktığını ve o buharlardan da konuşma baloncuğu oluştuğunu ve o baloncuklarda da içlerindeki hayvani yanı gördüm. tekrar cama dönmem, arkama dönmemden daha kısa sürdü.tam kendimi geçmişten bir güne sürükleyecekken gözüme çarpan o manzara karşısında havanın 34 derece olduğu şehirde çay içesim geldi. üç yüz metre ötemde sırtında gitar çantasıyla giden basketbol şortlu bir kız ve aynı karede bu sıra moda olan mavi,kırmızı ve beyaz çizgilerle donatılmış bir eteği giymiş olan bir bayan duruyordu. çelişkilerimin bir yansıması olan bu ekran bana bir yandan yanlış model almamdan kaynaklanan erkeksiliğimi ve herşeye heves edebilen hipokampüsümü, bir yandan da kızcıl kıyafetler giymeye başlayan olgunlaşması gereken süperegomu hatırlattı. o an ben derin düşüncelere dalmışken mesai saati de sona erdi. şu an düşündüğüm çelişkili kişiliğimden nasıl kurtulacağımdan çok yarının bugün kadar eğlenceli geçip geçmeyeceği sorusu.acaba bu durumu bir monoton sorunsalı haline getirmem Fethiye'de çadırla tatil keyfi yerine Bakırköy'de bön bön beyaz duvara bakmama sebep olar mı? merahkla beklicimmmm...

6 Ağustos 2010 Cuma

bir delinin güncesinden,,


Hatırladığım kadarıyla 1791 yılında yatmıştım akıl hastanesine. arkamdan çevrildiğini sandığım senaryonun yazarının bizzat kendim olduğunu anladığımda Philippe Pinel ile tanışalı 6 ay olmuştu. o gelmeden önce ne yaptılarsa kafamdaki seslere çözüm bulamadılar. . normlara karşı gelmekten ötürü girdiğim hapishaneler, sosyal çevreye uyum sağlayamamamdan dolayı adımın deliye çıkması ve ardından çevremdekilerin bana bakışları...şimdi hak vermeden edemiyorum
Fransız İhtilalinin patlak verdiği yıllardan kalma bir serüvendi benimkisi. Mutlak monarşinin hegemonyasında yaşayan Fransa'da artık cumhuriyetin gelmesi gerekiyordu.ben ve yoldaşlar bunun için girişimlerde bulunmuştuk bile.hazırlıklar başladıktan kısa bir süre sonra nasıl olduysa yanımdaki insanlar bana kimle konuştuğumu sormaya başlamışlardı. halbuki ben yeni katılan bir yoldaşla kafamızın uyuşması nedeniyle mecmuadaki her bir haberi yorumlar olmuştuk. diğerlerinden ayrılan görüşlerimiz bizi birbirimize daha çok yakınlaştırmıştı. bu yakınlaşma sonucu diğerlerinin bize karşı cephe almasına, sürekli bizim hakkımızda konuşup arkamızdan iş çevirmelerine sebep olmuştu. grup içinde bölünme yaşanıyordu,bu ise bizi zayıflatıyordu. gittikçe artan saldırgan davranışlarım ve arkadaşlarımın arkamdan iş çevirdiği düşüncesi sonrasında onları ele verme isteği beni bir kaç kez hapse girmeye sürüklemişti.ve sonraki durak olan şuan içinde bulunduğum Bicetre Düşkünlerevi...iplere gerdiler olmadı,suyu hortumla üstüme tuttular, kelepçeleyip dört duvar arasına koydular genede bir sonuca ulaşamadılar. normal şartlarda iyileşme olanağını sağlayarak benim işlevselliğimi geri kazandıran Psikiyatr Pinel'den sonra ben ve arkadaşlarım artık dünyaya uyum sağlamaya başlayabilmiş, varolan cumhuriyet rejimi içerisinde Fransa'da torunlarımızla birlikte yaya yollarında yürümeyi başarmıştık. kafamda yarattıklarımı hacı dürbününe sıralayıp yaya yolunda satmaya başladık torunla ve Fransa'da seyyar satıcılık tarihini başlatmış olduk.